Kendini Affedebilmenin Yolculuğu
Kendisine karşı acımasızdı; başkalarını defalarca affederken, kendi içinde taşıdığı büyük bir yükü fark etmemişti bile. Bu içsel çatışma, hayatında görünmez bir alerjen gibi ara ara tetikleniyor, onu huzursuz ediyordu. Kendisine karşı bu anlamsız katılığı artık bir alışkanlık haline gelmişti.
İçindeki dinmeyen öfke, onu bu duruma hapsetmişti. Kendini affedemiyor, sürekli başkalarını düşünüyor ve kendi duygularını görmezden geliyordu. Bu alışkanlık, zihnindeki empati yansımalarının bir sonucuydu aslında. Öncelikle kendini bağışlaması gerektiğini biliyordu, ancak sıkışmış ruhuna bir çıkış yolu bulamıyordu.
On iki yıl önce öğretmeninden duyduğu sözler zihninde yankılanıyordu:
“Ruhunu bir yere sıkıştırdığında hiçbir yere gidemezsin. Her şey senin kapasitenle sınırlıdır. Seçimlerin seni yansıtır. İçin sevgiden yoksunsa, sana gelen kişiler de hep sevgisiz olur. Bir noktaya kadar sevebilirsin, sonra küçük bir kızgınlıkla bağlar kopuverir ve karşılıklı suçlamalar başlar. Oysa asıl mesele içindedir, kendine verdiğin değerin azlığındadır.”
Bu sözleri sürekli düşünüyor, kendine soruyordu: “Ben değerli miyim? Ne yaptım ki değerli olayım?”
“Ben” dedi ve duraksadı. “Sadece geçmişimle değil, şu anda olduğum ve geleceğe doğru yöneldiğim halimle tanımlanıyorsam, bu sorunun cevabı çok kapsamlı olmalı. Normal nedir? Freud’a göre sevebilen ve çalışabilen insan normaldir. Bu açıdan bakınca ben normalim, sevebiliyorum ve çalışıyorum. Tek sorun kendimi affedemediğim için çoğu kez kendimi bile tam anlamıyla sevemedim.”
Her davranış, bir sonrakini etkileyen bir zincir gibi, kişiyi kendini tanıma yolculuğuna çıkarıyordu. Ama insan kendini her zaman tanıyabilir miydi?
Hayatta belirli bir denge vardır. Bu denge bozulduğunda yeniden sorgulamak gerekir. Bu döngü devam ettikçe affetmek ya da affetmemek de değişir, sabit kalmaz. Affetmek ya da sevmek… Duygular değişiyorsa, neden bazı duygulara takılıp kalıyor ve diğerlerinin önünü kesiyoruz?
Duygularını tanıyamadığında ne yapmalıydı?
Kendinden emin olmayışımız, duygularımız hakkında da karar veremediğimiz hissini yaratır. Bu yüzden sürekli başkalarına sorarız – onaylanma ihtiyacı buradan doğar. Bu ihtiyacı aşması, kendinden emin olmayı öğrenmesi gerekiyordu. Zihnindeki düşünceler birikmiş, sıralanmayı bekliyordu.
Değerli olmak nedir?
Değerli olmak için özel bir şey yapmaya gerek yoktur. Kendi varlığının anlamını hissetmek ve aynaya baktığında gülümseyebilmek, zaten orada bir değerin olduğunu gösterir.
Şimdiye kadar ne istemişti?
Çevresindeki insanlarla karşılıklı saygı ve sevgi içinde olmayı, zorlanmadan anlaşılmayı, geçmişinin sorgulamalarından kurtulmayı…
Bu duygular bedeninde nasıl hissettiriyordu?
Çoğunlukla ağlamaklı haller…
Bu duyguların fiziksel etkileriyle nasıl başa çıktı?
Sadece düşündü, aynı duruma katlanarak alışkanlığın kendiliğinden değişmeyeceğini anlayarak.
İletişimsizliklerin çoğu, katı beklentilerimizden kaynaklanır. Belirli kalıplar içinde düşünür, sorgulamayız. Ağlayarak olumsuzluğu kabullenmek şart değil belki, ama duyguların derinlemesine boşalması, soğuk suyun akışı gibi ferahlatıcı olabilir. Sürekli ağlamalar ve vazgeçiş alışkanlıklarıyla duygularımızı görmezden geldiğimizde, yanlış anlaşılmalar devam eder.
Bir duygunun değişmeyeceğine inanmak, onu görmezden gelmek değildir. Görmesek de o duygu içimizde var olmaya devam eder. “Özür dilerim kendim” diyebilmek, kendimize şefkat göstermek, sakin bir uykuya dalış gibidir. Önce kendimizi, sonra affedamediğimiz başkalarını bağışlayabilmenin huzurunda…