Kuşatma altındaki bir şehirde, dört yabancının hayatları tek bir müzik notasıyla kesişiyor. Gerçek olaylardan esinlenen bu roman, savaşın ortasında insanlığın nasıl korunduğunun çarpıcı hikâyesini anlatıyor.
Dün gece “Saraybosna’nın Çellisti” romanını bitirdiğimde, tüm gece boyunca zihnimde yankılanan çello sesleriyle uyuyamadım. Sıradan insanların olağanüstü koşullarda nasıl büyük kahramanlara dönüşebildiğini anlatan bu etkileyici eser, savaşın tüm acımasızlığını gözler önüne sererken, insanın dayanıklılığına dair umut verici bir hikâye sunuyor.
Roman, gerçek bir olaydan esinleniyor: Saraybosna’nın kuşatması sırasında, bir havan topu saldırısında hayatını kaybeden 22 kişinin anısına, bir müzisyenin 22 gün boyunca patlamanın olduğu yerde çello çalması. Kitap, bu cesur müzisyenin etrafında örülen dört farklı karakterin yaşamlarına odaklanıyor.
Müzisyen pencereden dışarı baktığında, ekmek kuyruğunda bekleyen komşularının bir anda yok oluşuna tanık olur. Bu travmatik olay karşısında seçtiği tepki, çellosunu alıp bombanın düştüğü yerde çalmaktır. Bu basit eylem, bir direniş hareketine dönüşür – düşmanın yıkımına karşı güzelliğin ve sanatın gücünün ifadesi haline gelir.
Şehrin diğer bir köşesinde, ailesine temiz su bulmak için tehlikeli sokaklara çıkmayı göze alan genç bir adam, hayatta kalma içgüdüsüyle fedakârlık arasında sıkışıp kalır. Yazarın onun iç çatışmalarını betimleyişi o kadar etkileyici ki, kendimi onun yerine koydum: “Acaba ben de böyle bir durumda sevdiklerim için hayatımı riske atar mıydım?” diye düşündüm.
Ekmeğe ulaşmak için şehrin sokaklarında dolaşan yaşlı adam ise, tesadüfen karşılaştığı eski bir arkadaşı sayesinde kuşatma öncesi hayatın anılarıyla buluşur. Bu karşılaşma, savaş öncesi normal hayatın ne kadar değerli olduğunu hatırlatır okura.
Belki de hikâyenin en karmaşık karakteri, çellistin güvenliğini sağlamaya çalışan keskin nişancı genç kadındır. Kendisi de bir savaş makinesi olarak eğitilmiş olan bu kadının, müziğin etkisiyle nasıl değiştiğini görmek, sanata ve güzelliğe verdiğimiz değeri sorgulatıyor. Kendi ordusuna karşı çıkarak çellistin koruyucusu olmayı seçmesi, savaşın ortasında bile insanî değerlerin önemini vurguluyor.
Kitaptaki en çarpıcı sahnelerden biri, bombalar yağarken çello çalan müzisyenin etrafında toplanan şehir sakinlerinin betimlendiği bölüm. İnsanlar hayatlarını riske atarak müziği dinlemeye gelirler. Bu, sadece bir direniş hareketi değil, aynı zamanda ruhsal bir ihtiyaçtır – savaşın dehşeti içinde bile güzelliği ve sanatı arama arzusu.
Roman, günlük rutinlerin direniş biçimine nasıl dönüşebileceğini ustaca anlatıyor. Saraybosna’da kuşatma sırasında insanların temiz kıyafetler giymeye devam etmeleri, çiçek yetiştirmeleri veya kahve ritüellerini sürdürmeleri, normal hayata tutunmanın ve insanlıklarını korumanın yollarıydı.
“Saraybosna’nın Çellisti”, savaşın acımasızlığını anlatan bir kitap olsa da, özünde umut dolu. İnsanlığın karanlık zamanlarında bile güzellik yaratma ve koruma kapasitesine sahip olduğunu hatırlatıyor bize.